14 Ocak 2007 Pazar

60'ların sonu Hasanpaşa'dan... (2)

Hasanpaşa bıçkını ve kabadayısı bol bir yer olarak bilinirdi. Biz meydanda Sarayardı ve Kurbağalıdere caddelerinin kesişiminde yer alan ve bugün yol nedeniyle yerinde yeller esen küçük bahçeli kahveye bazen babamızın yanına giderdik. Tabii ki bu insanlarla çok sık karşılaşırdık.

Ama bugün argoda 'it kopuk' tabir edilen düşkünlere benzemezdi bu kişiler. Özellikle semtte hareketlerine dikkat etmek zorundaydılar; bir kısmı da çevresine hürmet eden ve yardımsever insanlardı. İçkileri, esrarları onları ilgilendirirdi, bu nevinden düşkünlükler herkesin gözü önünde sergilenmezdi. Dolayısıyla semt halkı da bu türden insanları çok fazla dışlamazdı.

Küresel ekonominin bir icadı ve böl yönet politikasının çağdaş bir türevi olduğunu düşündüğüm kültürel kimlik tartışmaları, o günlerde Acemi, Kürdü, Lazı, Arnavutu ile birarada yaşadığımız semti düşündüğümde, bana içi fazlasıyla boş ve tehlikeli gibi gelir. Balkanlar'dan göçen atalarımı ve orada yakın tarihe kadar yaşanan soykırımları anımsadıkça insanları belli sınırlar içinde tasnif etmeye yönelik bu anlayışların entellektüellikle hiçbir ilgisi olmadığını düşünürüm.

Bu arada çocukken benim dünyam sadece Hasanpaşa'dan ibaret değildi, uygun bir zamanda Kurtuluş, Şişli ve Çağlayan'ı da size anlatmak isterim. Örneğin, Hürriyettepesi'ne elektriğin yetmişlere doğru geldiğini anımsayanınız var mı, bilemem... Bu bölgede gecekondular gelene kadar Arnavutlar başta olmak üzere göçmenlerin mandıraları ve tabii ki evler vardı. Şişli'de ise Rumlar ve Museviler, teyzemlerin komşularıydı ve herkes birbirinin cenazesine ve düğünlerine giderdi, gitmekle kalmaz, dostça da eğlenirlerdi. Dolayısıyla ortak bir kültürel renk ve kimliğin ne olduğuna pek yabancı sayılmam.

Ha bu arada azınlık olmanın tarihten ve yaşam koşullarından kaynaklanan bir içe kapanmayı da körüklediğini unutmamak gerekiyor. Toplumbilim açısından baktığımızda azınlıkta olmanın insanoğlunun ufkunu açan matah bir konum olmadığını da söylemek mümkün. Dışa kapanan topluluklar, bazen kendi burunlarından ötesini göremezler, bunu da not ettikten sonra bu tür konuları gerekirse tartışmak üzere sonraya bırakıyorum. Bu bana o insanların sıcaklığını ve dostluğunu da unutturacak bir şey değil, sadece bir durum tespitidir.

Tabii ki, kültürler, yaşamımızı zenginleştiren unsurlardır ama kültürlerin varlığını politik niyet ve iradelerle koruyamayız; günümüzde kapitalizmin ve liberalizmin ihtiyaç duyduğu oranda yaşamaları mümkündür. Paradoksal olarak şimdi liberalizm onları savunuyor. Sistemi ayakta tutacak ölçüde tüketim ve yönetim için atomik varlıklar ve cemaatler gerekiyor çünkü... Toplu olarak biraraya geldiğinde insanoğlunun gerçeğin farkına vardığı ve tehlikeli olduğu keşfedildi!

Nihayetinde Hasanpaşa yetmişli yılların ortasında patlayan göç dalgasına kadar orta halli bir memur semtiydi. Daha sonraki yıllarda, biraz aklımız erdiğinde kardeşimle aramızda bahçeli kahvenin adı Bitli Kahve olarak anılageldi. Çünkü bu küçük dar ve uzun kahvede bahçıvanlar, arabacılar, kabadayılar dört bacaklı düz masaların etrafındaki köhne tahta iskemleleri işgal ederler, günün yorgunluğunu atarlardı. Belki yağmurlu günlerin buharıyla kahvenin sigara isi soba dumanı biraraya geldiğinde, buna eşlik eden yünlü giysilerden ve ayaklardan tüten kokular, kahvenin müdavimi bazı berduşlar, bize bu izlenimi vermiş olabilir.
Kahvenin Sarayardı Caddesi tarafındaki duvarının hemen altında saman yığınları hatırlıyorum, samanlar sanırım burada iş çıkmasını bekleyen arabacıların atları için kullanılıyordu.

70'lerin başında ise babam ve amcamlarla birlikte bir kısım ahbap karşı köşedeki manavın üstünde daha modern bir kahveye taşındılar. Televizyon yeni gelmişti. Ancak herkes Bitli Kahve'deki muhabbetin daha sıcak olduğunda hemfikirdi.

Babam, TİP'in meclise girdiği dönemde Yaşar Kemal ve Çetin Altan'ın da o kahveye gelip oradaki yoksul insanlarla konuştuklarını, bir nevi dertleştiklerini söylemişti. Babam o dönemlerde sanırım oyunu AP'ye veriyordu, ama bu olay onu etkilemişti, zaman zaman bu anısını anlatırdı. Ayrıca Nazım'ın da şiirlerini Romanya Radyosu'nun kısa dalgasından dinlediklerini söylediğini anımsıyorum.

Ha tabii ki, bir de Arnavutlar için mühim bir zat da Kral Zogo idi. Aslında benim için garip bir kültür iklimiydi. Bizimkiler Nazım'ı dinlerler, TİP'ten saygıyla söz ederler ama AP'ye oy verirlerdi. Paris'te geçici bir Arnavutluk hükümeti olduğundan söz edilir, Zogo'ya bir tür saygı duyulurdu. Tabii ki artık Enver Hoca baştaydı, onun kahramanlıkları da önemliydi. Sanırım bütün bunlardan ziyade Arnavutlar için dünya bir yana Arnavutlar bir yanaydı. Kralcı ya da komünist olmaları fark etmezdi, kendi aralarında birbirlerini "işkiptar" diye çağırırlardı, o kadar...

Shqiptar'ın kartal anlamına geldiğini yıllar sonra öğrendim.

7 Ocak 2007 Pazar

60'ların sonu Hasanpaşa'dan... (1)

Altmişların sonu Kadıköy Hasanpaşa... Anımsadıklarım; Ali Ruhi Sokak'ın köşesinde bir arsa var, çocukların toplanıp top oynadığı bir yer... Tüm sokaklar cumbalı ahşap evler, kadınlar yaz akşamlarında kapı önlerinde oturur, birbirleriyle sohbet ederler. Kimi sebze ayıklar, kimi örgü örerken, dedikodularını yaparlar.

Ana cadde parke taştan, her sabah memur ve işçilerden oluşan bir kuyruk caddede dolmuş sırasında beklerler... Ali Ruhi'nin cadde köşesinde Laz Bakkal'ımız, onun yanında sokak içinde francala fırını. Fırından mı çıktı, bakkaldan mı, anımsamıyorum, büyük bir yangın günün birinde yine bu bakkal dükkanını kül etti. Fakat İbrahim, daha küçük bir çocukken bile dikkatimi çeken menekşe gözlü güleç yüzlü eşiyle yeniden inşa etti bakkalını ve sonraki yıllarda kızlarıyla birlikte çalışarak seksenlere kadar bu dükkanı ayakta tuttular.

Fırından her sabah mis gibi francala kokuları gelir; bugün ortadan kaybolmuş bir francala unudur ekmeğe lezzetini veren... Sabahları bir koşu, sıcak sıcak sandviç ekmeklerini aldığımı, annemin güzel sandviçler hazırladığını anımsıyorum.

Bir diğer bakkalımız Acem Efendi, caddenin karşı tarafında... Koca ve karanlık bir dükkan, ahşap ve cam karışımı vitrinlerin arkasında açık başlı, kemik gözlüklü ve miyop olduğu için kalın camlardan gözleri zor seçilen ufak tefek Acem bakkalımız, mavi önlüğü içinde, elleri cebinde. Yaz sıcağında bile loş ve serin olan bir mağaza genişliğindeki bu bakkalda ne ararsanız bulurdunuz... Acem bakkalımızın benim hiç görmediğim eşinden yana ciddi dertleri olduğu söylenirdi.

Manav Demir amca yine caddenin karşısındaki dükkanı. Kırmızı yanaklı bir adam anımsıyorum hayal meyal, biraz aksi gibiydi ama Paskalya döneminde yuvarlak tel bir sepet içinde rengarenk yumurtalar satardı. Çocuklar için zaten bir renk cümbüşü olan bu manavda yumurtaları o zaman hiç garipsememiştim ama şimdi nedenini merak ediyorum. Kendisinin Arnavut olduğunu söylemişlerdi ama belki de Musevilik vardı kanında veya müşterileri arasında azınlıklar vardı, bilemiyorum.

Laz Bakkal'ın yanında cadde üstünde ahşap büyükçe bir evde yalnız başına Erzurumlu (acaba Erzincanlı mıydı?) bir hanımağa yaşardı. Üst katta serin büyük bir oda ve duvarda nakışlı çok güzel bir kilim vardı, nedense zaman zaman bu evdeyim. Evin içinde sessiz ve soylu bir edayla gezinen bu yaşlı hanım bana şeker ikram ediyor, yedi sekiz yaşımdayım...

Kısa kısa aklıma gelen bazı enstantanelerden, biraz da aceleyle söz ettim. Unutmamak için hızlıca anımsamaya çalışıyorum.