20 Aralık 2006 Çarşamba

O bizim sevgili Tata'mız

Zeynep Kamil'de dünyaya gelen birçok Kadıköylü gibi göbek adım Kamil... Hasanpaşalı'yım... İstanbul'un bağı bostanı içinde büyüdüm. İstanbul için bağ bostan kavramları size yabancı geliyorsa biraz açıklama yapmalıyım.


Arnavut ve çiftçi bir aileden geliyorum. Sevgili babaannem, bizim Tata'mız, 100 küsurlu bir yaşta vefat ettiğinde bildiği Türkçe sözcük sayısı on beş-yirmiyi geçmiyordu. 30'lu yıllarda ailenin yerleştiği ve o zaman için dağın başı bir yer olan Uzunçayır'da (Bugünkü Fikirtepe'nin altında kalan ve Kurbağalıdere boyunca uzanan geniş arazi parçası, şu an otomobil tamirhaneleri ve suratsız yapılarla tıkış tıkıştır) Sultan -bilmem kaçıncı- Mahmut'un yazlığı olan yüksek tavanlı ama iki göz odalı taş bir binada dört oğlan çocuğunu yetiştirmiş, kocasının söküklerini dikmiş, yirmi dönümlük bostanda onlara yardımcı olmuştu.


Bir süre sonra eşini kaybedince, çocukları gençlik çağına erişmiş ama dirayetli bir kadın olarak dilini bilmediği bu yabancı diyarda ailesini birarada tutma başarısını göstermiş, dolayısıyla çocuklarının mürüvetlerini görebilmişti. Arnavut inadı diye bir şey varsa önce bu duyguyu babaannemde tattım. Dediği dedik bir kadındı ama bir o kadar da tatlıydı. Sarkık yanakları, koca gözleri, devrile devrile yürümesine rağmen belli bir yaşa kadar varlığını hissettirmeyi bilen insanlardandı.


Tata'mızdı o bizim... Ama tabii ki, hiç aklımıza gelmese de Türkiye'ye gelirken ona verilmiş bir adı vardı, Tata'mızın; adı Beyaz'dı.


Tata, Arnavutça, büyükanne, demek.


Son yıllarında artık ben ergenlik yaşlarındaydım ve onu her ziyarete gittiğimde saatlerce sessiz bir şekilde karşılıklı otururduk. O artık babamla benim, kardeşimle amca çocuklarının adlarını karıştırıyordu ama ne zaman biraraya gelirsek gelelim havada hemen sıcak bir titreşim olurdu. Genç bir adam olarak onun yanında geçirdiğim uzun ve sessiz saatlere rağmen bir an bile sıkıldığımı bilmiyorum.


Ölümü hepimizi çok etkiledi ve gerçek anlamda bizi bırakıp gitmemek için direndi. Bunu başka bir zaman ayrıntılarıyla anlatmak istiyorum.


"Balkan Harbi" sırasında Türkiye'ye göçen Arnavut aileler, önceye Ankara'ya yerleştirilmiş, daha sonra oraya pek ısınamadıkları için İstanbul'a göçmüşler. Kendi memleketlerinde bir dağın iki yamacında olup da birbiriyle tanışmayan aileler burada buluşup aralarında çocuk alıp vermişler. Dedemle büyükannemin evliliği de böyle olmuş. Balkan Harbi nedeniyle yapılan göçler acı vericidir ama ben büyükbabamı hiç tanımadığım için, babaannem de çok az Türkçe bildiğinden yaşananları ayrıntılarıyla öğrenememiştim. Çat pat Türkçesi ile deniz yoluyla kaçmaya çalışan birçok insanın kayıklardan atıldığını anlatırken bile içten içe o korkuları yaşadıklarını hissedebiliyordum. Daha sonra bu konuda çok fazla şey okudum ama şimdi burada tarihsel detaylara boğulmak / boğmak istemiyorum...


O zamanlar Uzunçayır, daha sonraki adıyla İncirlibostan, vakti zamanında Mustafa Kemal'in göçmenlere tarım yapmaları için tahsis ettiği arazilerin bulunduğu bakir bir bölge. Bugün Kadıköy Hasanpaşa'dan Ankara Asfaltı yönüne doğru yol aldıktan sonra E-5 ile buluştuğunuz mevkidir.


Ben kendi çocukluğumun en eski izlerini kazıdığımda o bölgede uygarlık adına, sadece, Ankara Asfaltı ile Kurbağalıdere arasında yer alan Devlet Malzeme Ofisi binasının varlığını anımsıyorum. Şimdilerde gümrük binası olarak kullanılıyor, sanırım. Hasanpaşa'dan başlayan bostanlar, bu yönde Göztepe'ye kadar uzanırdı ve neredeyse bu bostanların tamamı Arnavutlar'a aitti.


O Ankara Asfaltı ki, yani E-5, 70'lerin başında, kısa pantolonlu bizlerin, ağzımızda bir süpürge otu ile yol boyuna oturup, birkaç otobüs veya kamyonun geçmesini beklediğimiz görece ıssız bir yoldu. Otobüslerin modelini tahmin etmek bile bir eğlenceymiş demek.


Sadece mavi gökyüzü ve doğanın ağır yeşil kokusu, rüzgarın ve ağustos böceklerinin birer istisna olduğu derin sessizlik... Söğütlerin gölgelediği dere yolunun güzelliği... Belleğimdeki en eski ve beni mutlu eden görüntülerden söz etmek istedim. İnsan ne kadar olgunlaşırsa olgunlaşsın bu izlerin etkisi hiçbir zaman kaybolmuyor.

3 yorum:

Adsız dedi ki...

Asfalt üzerine şiirler
I

Ne kadar güzel şey;
Yolun üstündeki bina
Yıkıldığı zaman
Bilinmeyen bir ufuk görmek.

II

Kaldırımın kenarına dizilip
Bacası olan silindirin
Yürüyüşünü seyreden
Çocuklara imreniyorum.

III

Onun sesi
Bir arkadaşıma
Denizden geçen
Motorları hatırlatıyor.

IV

Kırık taşlara bakıp
Işıklı bir asfalt düşünmek
Acaba yalnız
Şairlere mi mahsus?

Orhan Veli

Adsız dedi ki...

Çok sade ve zarif bir blog olmuş. İçeriği de öyle. Eski İstanbul anılarının "halka" açılması ha... Güle güle büyütün efem:))

seandriver dedi ki...

teşekkür ederim sayın nicomedian... animsayabildigim kadariyla yazacagim, sizin blogunuz da cok güzelmis...