31 Mart 2007 Cumartesi

yasemin kokuları içinde film izlemek

Sıcak yaz akşamlarının büyük zevklerinden biri de ailecek toparlanıp güzel bir yürüyüşle kapağı bir yazlık sinemaya atmak... Küçük kentler dışında bugün kimse bunun nasıl bir keyif olduğunu tahayyül edemez. 70'lerin başında Hasanpaşa'nın etrafında benim bildiğim dört yazlık sinema vardı. Bugünkü Kadıköy Belediyesi'nin yerinde Uğur Sineması, Acıbadem Dörtyol'da Saray, Acıbadem Batarya'ya doğru Cengiz, bugün Fikirtepe olarak bilinen bölgeye girerken Murat. Ben Murat'a hiç gitmedim ama Türk sinemasının bütün iyi aktör ve aktrislerini Uğur Sineması'nda izleme fırsatım oldu. Beyaz leblebili, gazozlu ve tahta sandalye sıralı bu yazlık sinemalardaki film gösterimleri, tüm semt halkının birbirini gördüğü, komşuların buluştuğu geniş aile matineleri şeklinde yaşanan sosyal bir olaydı.

Uğur Sineması'nın önünde dev bir taş lahit vardı, Belediye inşaatıyla birlikte bu lahit de ortadan kayboldu. Buzlar Çözülürken, Umut, Yılanların Öcü, Kınalı Yapıncak Türk sinemasının belli başlı tüm başyapıtlarını bu sinemalarda izledim. Saray sinemasının yan tarafındaki evde ahbaplarımız otururdu. Sinema duvarı boyunca sarılı hanımelilerin kokusu buraya yumuşak bir hava verirdi. Cengiz de avantür tabir edilen yabancı filmleri getirirdi. Burada da Burt Lancaster'lı Dr. Moro'nun Adası, Maymunlar Cehennemi vb. gibi bilumum vizyon filmlerini izlediğimizi anımsıyorum.

Bu arada Yeldeğirmeni'nde sanırım adı Özen olan ve tren yolunun yanında olduğu için tam film izlerken gürültüsü nedeniyle trenin içerden geçtiğine bahse girebileceğimiz bir sinema vardı. Yıllar sonra bu sinema bir marangozhaneye dönüştü ama Umut filmini bu sinemada izlediğimi gayet iyi anımsıyorum. Yaşım henüz beş ya da altıydı. Amcam ve babamla birlikte izlemiş, çocuk aklımla bile çok etkilenmiştim.

Bu arada amcamın da bana sürekli Aslan Cinotri deyip enseme çakmasına akıl sır erdiremezdim. Yıllar sonra öğrendim ki, Amerikan sinemasında Gene Autrey diye bir şarkıcı aktör var, meğer, bizimkiler de onun filmlerinin hastasıymış.

Hasanpaşa'dan Acıbadem'deki yazlık sinemalara doğru gerçekleşen komşulu-sohbetli-çekirdekli bu akşam yürüyüşleri o zamanın hanımeli, yasemin kokulu ve gecesefalı sokakların sakinliğinde herkes için bir eğlence kaynağıydı. O günlerde bu türden basit keyiflerimizin bile ortadan yitip gideceğine inanmak çok zordu. Ama insanları birbirine düşman etmeyi amaçlayan sinsi bir planın, bu küçük mutlulukları bile bizlere fazla göreceğini bilemezdik.

kadıköy'ün sinemaları

Hayal meyal anımsıyorum, ilkokula başlamışım veya başlayacakmışım... Kadıköy Altıyol göbekte kiliseli parkın karşı köşesi. Şimdilerde steril bir kfc'nin oldugu iş hanının bulunduğu yerde yokuşa sıralanmış bir sira tek ya da cift katli ahşap ya da kagir evler vardı. Altlarında çeşitli dükkanlar hanımların ilgisine mazhar oluyor; yün, düğme vb. ivir zivir satılan bu kücük dükkanlardan birinde annemle birlikteyiz. Onlara masrafçı deniliyordu galiba. Sanki Altıyol biraz daha yeşil ve gölgeliydi, yanlış anımsıyor olabilirim.

Birazdan parkın yanındaki pastaneye girip profiterol yiyeceğiz. Bazen de sinema çıkışlarında özellikle karlı günlerde sıcak sığınağımız olurdu bu pastane... Karlı günlerde yokuş aşağı inerken birkaç kez düştüğümü de hatırlıyorum. Fakat bu kış günlerinin hoş ödülleri salep ya da profiterol küçük bir çocuğu sevindirmeye yeter de artardı bile.

Sinema beğenilerindeki farklar nedeniyle annemle babamın bağımsız film seyir turlarına bazen biz kardeşler de eşlik ediyoruz. Anneyle Ömercik, Ayşecik, ve daha nice "cikcik"li çocuk filmlerini, Beyaz Kelebekler, vb. yerli müzikalleri ve en halis Türk filmlerini izledikten sonra babayla Amerikan sinemasının en kanlı savaş filmlerini ve Western'lerini izliyoruz. Tabii ki ailecek toparlanıp birlikte çıktığımız da oluyor ama çoğunlukla bunlar babamın zevkine uygun yabancı filmler oluyor.

Süreyya, Opera, Reks, Kadıköy ve As başta olmak üzere Kadıköy'deki her sinemada sayısız anımız var. Mesela Opera sinemasının fuayesinde asılı büyük yağlıboya portrelerdeki sakallı bir adamın kulağındaki kadın resmi bizim için bir sırdı. Süreyya'nın rengarenk tavan süslemeleri, o günlerde bize renkleri çok daha parlak gelirdi ve bize heyecan verirdi.

Tabii ki bunların her birinin tek tek birer hikayesi var ama bu noktada fazlasıyla malumatfuruşluk yapmak istemiyorum, sadece o zamanın çocuk gözüyle ve doğal büyüsüyle anımsamak hoşuma gidiyor.

Fakat dediğim gibi ebeveynlerdeki en azından sinema bahsindeki bu zevk farkı nedeniyle pek sağlıklı yetiştiğimizi söyleyemem. Bu nedenle de kardeşimle özgürlüğümüzü ilan eder etmez, komedi filmlerinden çıkmaz olduk. O güne kadar beyaz perdedeki veremli kızlara ve nişancı kovboylara yeterince doymuştuk.

Hiç unutmuyorum. Babamla gittiğimiz bir filmde Süreyya sinemasının buz gibi salonunda -her halde kıştı ve kaloriferler ısıtmıyordu- bir savaş filminin sonunda sadece bir Japon ve Amerikalı kalmıştı. Gayet iyi hatırlıyorum, çocuk aklımla bile kendi kendime "İnsanoğlu için bu kadar gerzeklik fazla" demiştim.

İki kardeş özgürleştiğimiz günlerde, yani tek başımıza sinemaya gitmeye başladığımızda, Louis de Fune filmlerinin modası geçmek üzereydi. Ama durun. Beş Deliler, Yavru ile Katip gibi Bud Spencer@Terence Hill ikilisinin komedi Western'leri kardeşimle izlediğimiz en favori filmlerimiz olacaktı. Televizyonunun olmadığı bir zamanda eğlencelik ve tabii ki çöplük birçok filmi iki kardeş birlikte izledik. James Bond filmleri, VW Herbi'nin maceraları, ve daha niceleri.

Günler sonra dahi çocuklara özgü hayal gücüyle sahnelerini birbirimize belki de defalarca anlatmaya doyamadığımız birçok film girdi hayatımıza. Hemen her parlak vizyon filmi geldiğinde annemizle babamızdan harçlık koparıp mutlaka izlemeye çalışırdık. Kadıköy de sayısız sinemasıyla bu anlamda son derece verimli bir yerdi.

Hollywood endüstrisini ve klişelerini iyi anlamak ve yorumlamak için böyle bir süreci yaşamak gerekiyordu belki de. Lise yıllarına kadar, -yetmişlerin ortasıydı- içimiz dışımız Amerikan sineması olmuştu, daha sonra bunun tamamen politikanın gölgesinde gelişen ve yerinde sayan donmuş bir sanat (!) olduğunu anlayacak kültürel bir birikim edinecektik.

Doğrusu son otuz yılda değişen çok fazla bir şey olmadı. Hollywood biraz daha fazla para harcanmaktan ve zaman zaman orduyla birlikte çalışmaktan başka bir şey yapmadı, kalıplar klişeler pek değişmedi. Kuşkusuz bazı bağımsız sinemacıları bundan ayrı tutuyorum. Aralarında son derece nitelikli insanlar da çıktı veya bu insanlara da Amerikan sinemasının namusunu kurtarmak adına belli bir oynama alanı tanındı.

Tabii ki dünya yoksullaştıkça bu tür sinenamının müşterisi de artacaktır. Ne demişler, umut fakirin ekmeği, ye Mehmet ye. Hollywood güzel kızları, yakışıklı oğlanları, son model otomobilleri, pırıltılı evleriyle Amerikan yaşam tarzını beyaz perdeden pompalaya dursun, geçenlerde ABD'de yaşayan bir arkadaştan aldığım not son derece düşündürücüydü.

Şimdi en azından New Jersey taraflarında (Doğu'da) iş dünyasında bir tartışma yaşanıyor. Aslında Amerika'da insanları işe alma kuralları bazı düzenlemelere bağlı, örneğin, uyuşturucu taramasından (drug scanning) geçmeden insanları işe alamıyorlar. Ama şu günlerde birçok patron bu yasağın kaldırılmasından yana.
Çünkü çoğu insan bu testi geçemiyor.
Rüya bazılarının başını döndürüyor demek ki! İnsanlık adına utanç verici bir şey ama üzülecek o kadar çok şey var ki. Her gün binlerce insanın yok pahasına ölmesi, katledilmesi yanında bunlar biraz minör konular olarak kalıyor.

Kadıköy'ün sinemalarından şöyle bir söz ettim ama bu bab'da konuşacak daha çok şey var.

14 Ocak 2007 Pazar

60'ların sonu Hasanpaşa'dan... (2)

Hasanpaşa bıçkını ve kabadayısı bol bir yer olarak bilinirdi. Biz meydanda Sarayardı ve Kurbağalıdere caddelerinin kesişiminde yer alan ve bugün yol nedeniyle yerinde yeller esen küçük bahçeli kahveye bazen babamızın yanına giderdik. Tabii ki bu insanlarla çok sık karşılaşırdık.

Ama bugün argoda 'it kopuk' tabir edilen düşkünlere benzemezdi bu kişiler. Özellikle semtte hareketlerine dikkat etmek zorundaydılar; bir kısmı da çevresine hürmet eden ve yardımsever insanlardı. İçkileri, esrarları onları ilgilendirirdi, bu nevinden düşkünlükler herkesin gözü önünde sergilenmezdi. Dolayısıyla semt halkı da bu türden insanları çok fazla dışlamazdı.

Küresel ekonominin bir icadı ve böl yönet politikasının çağdaş bir türevi olduğunu düşündüğüm kültürel kimlik tartışmaları, o günlerde Acemi, Kürdü, Lazı, Arnavutu ile birarada yaşadığımız semti düşündüğümde, bana içi fazlasıyla boş ve tehlikeli gibi gelir. Balkanlar'dan göçen atalarımı ve orada yakın tarihe kadar yaşanan soykırımları anımsadıkça insanları belli sınırlar içinde tasnif etmeye yönelik bu anlayışların entellektüellikle hiçbir ilgisi olmadığını düşünürüm.

Bu arada çocukken benim dünyam sadece Hasanpaşa'dan ibaret değildi, uygun bir zamanda Kurtuluş, Şişli ve Çağlayan'ı da size anlatmak isterim. Örneğin, Hürriyettepesi'ne elektriğin yetmişlere doğru geldiğini anımsayanınız var mı, bilemem... Bu bölgede gecekondular gelene kadar Arnavutlar başta olmak üzere göçmenlerin mandıraları ve tabii ki evler vardı. Şişli'de ise Rumlar ve Museviler, teyzemlerin komşularıydı ve herkes birbirinin cenazesine ve düğünlerine giderdi, gitmekle kalmaz, dostça da eğlenirlerdi. Dolayısıyla ortak bir kültürel renk ve kimliğin ne olduğuna pek yabancı sayılmam.

Ha bu arada azınlık olmanın tarihten ve yaşam koşullarından kaynaklanan bir içe kapanmayı da körüklediğini unutmamak gerekiyor. Toplumbilim açısından baktığımızda azınlıkta olmanın insanoğlunun ufkunu açan matah bir konum olmadığını da söylemek mümkün. Dışa kapanan topluluklar, bazen kendi burunlarından ötesini göremezler, bunu da not ettikten sonra bu tür konuları gerekirse tartışmak üzere sonraya bırakıyorum. Bu bana o insanların sıcaklığını ve dostluğunu da unutturacak bir şey değil, sadece bir durum tespitidir.

Tabii ki, kültürler, yaşamımızı zenginleştiren unsurlardır ama kültürlerin varlığını politik niyet ve iradelerle koruyamayız; günümüzde kapitalizmin ve liberalizmin ihtiyaç duyduğu oranda yaşamaları mümkündür. Paradoksal olarak şimdi liberalizm onları savunuyor. Sistemi ayakta tutacak ölçüde tüketim ve yönetim için atomik varlıklar ve cemaatler gerekiyor çünkü... Toplu olarak biraraya geldiğinde insanoğlunun gerçeğin farkına vardığı ve tehlikeli olduğu keşfedildi!

Nihayetinde Hasanpaşa yetmişli yılların ortasında patlayan göç dalgasına kadar orta halli bir memur semtiydi. Daha sonraki yıllarda, biraz aklımız erdiğinde kardeşimle aramızda bahçeli kahvenin adı Bitli Kahve olarak anılageldi. Çünkü bu küçük dar ve uzun kahvede bahçıvanlar, arabacılar, kabadayılar dört bacaklı düz masaların etrafındaki köhne tahta iskemleleri işgal ederler, günün yorgunluğunu atarlardı. Belki yağmurlu günlerin buharıyla kahvenin sigara isi soba dumanı biraraya geldiğinde, buna eşlik eden yünlü giysilerden ve ayaklardan tüten kokular, kahvenin müdavimi bazı berduşlar, bize bu izlenimi vermiş olabilir.
Kahvenin Sarayardı Caddesi tarafındaki duvarının hemen altında saman yığınları hatırlıyorum, samanlar sanırım burada iş çıkmasını bekleyen arabacıların atları için kullanılıyordu.

70'lerin başında ise babam ve amcamlarla birlikte bir kısım ahbap karşı köşedeki manavın üstünde daha modern bir kahveye taşındılar. Televizyon yeni gelmişti. Ancak herkes Bitli Kahve'deki muhabbetin daha sıcak olduğunda hemfikirdi.

Babam, TİP'in meclise girdiği dönemde Yaşar Kemal ve Çetin Altan'ın da o kahveye gelip oradaki yoksul insanlarla konuştuklarını, bir nevi dertleştiklerini söylemişti. Babam o dönemlerde sanırım oyunu AP'ye veriyordu, ama bu olay onu etkilemişti, zaman zaman bu anısını anlatırdı. Ayrıca Nazım'ın da şiirlerini Romanya Radyosu'nun kısa dalgasından dinlediklerini söylediğini anımsıyorum.

Ha tabii ki, bir de Arnavutlar için mühim bir zat da Kral Zogo idi. Aslında benim için garip bir kültür iklimiydi. Bizimkiler Nazım'ı dinlerler, TİP'ten saygıyla söz ederler ama AP'ye oy verirlerdi. Paris'te geçici bir Arnavutluk hükümeti olduğundan söz edilir, Zogo'ya bir tür saygı duyulurdu. Tabii ki artık Enver Hoca baştaydı, onun kahramanlıkları da önemliydi. Sanırım bütün bunlardan ziyade Arnavutlar için dünya bir yana Arnavutlar bir yanaydı. Kralcı ya da komünist olmaları fark etmezdi, kendi aralarında birbirlerini "işkiptar" diye çağırırlardı, o kadar...

Shqiptar'ın kartal anlamına geldiğini yıllar sonra öğrendim.

7 Ocak 2007 Pazar

60'ların sonu Hasanpaşa'dan... (1)

Altmişların sonu Kadıköy Hasanpaşa... Anımsadıklarım; Ali Ruhi Sokak'ın köşesinde bir arsa var, çocukların toplanıp top oynadığı bir yer... Tüm sokaklar cumbalı ahşap evler, kadınlar yaz akşamlarında kapı önlerinde oturur, birbirleriyle sohbet ederler. Kimi sebze ayıklar, kimi örgü örerken, dedikodularını yaparlar.

Ana cadde parke taştan, her sabah memur ve işçilerden oluşan bir kuyruk caddede dolmuş sırasında beklerler... Ali Ruhi'nin cadde köşesinde Laz Bakkal'ımız, onun yanında sokak içinde francala fırını. Fırından mı çıktı, bakkaldan mı, anımsamıyorum, büyük bir yangın günün birinde yine bu bakkal dükkanını kül etti. Fakat İbrahim, daha küçük bir çocukken bile dikkatimi çeken menekşe gözlü güleç yüzlü eşiyle yeniden inşa etti bakkalını ve sonraki yıllarda kızlarıyla birlikte çalışarak seksenlere kadar bu dükkanı ayakta tuttular.

Fırından her sabah mis gibi francala kokuları gelir; bugün ortadan kaybolmuş bir francala unudur ekmeğe lezzetini veren... Sabahları bir koşu, sıcak sıcak sandviç ekmeklerini aldığımı, annemin güzel sandviçler hazırladığını anımsıyorum.

Bir diğer bakkalımız Acem Efendi, caddenin karşı tarafında... Koca ve karanlık bir dükkan, ahşap ve cam karışımı vitrinlerin arkasında açık başlı, kemik gözlüklü ve miyop olduğu için kalın camlardan gözleri zor seçilen ufak tefek Acem bakkalımız, mavi önlüğü içinde, elleri cebinde. Yaz sıcağında bile loş ve serin olan bir mağaza genişliğindeki bu bakkalda ne ararsanız bulurdunuz... Acem bakkalımızın benim hiç görmediğim eşinden yana ciddi dertleri olduğu söylenirdi.

Manav Demir amca yine caddenin karşısındaki dükkanı. Kırmızı yanaklı bir adam anımsıyorum hayal meyal, biraz aksi gibiydi ama Paskalya döneminde yuvarlak tel bir sepet içinde rengarenk yumurtalar satardı. Çocuklar için zaten bir renk cümbüşü olan bu manavda yumurtaları o zaman hiç garipsememiştim ama şimdi nedenini merak ediyorum. Kendisinin Arnavut olduğunu söylemişlerdi ama belki de Musevilik vardı kanında veya müşterileri arasında azınlıklar vardı, bilemiyorum.

Laz Bakkal'ın yanında cadde üstünde ahşap büyükçe bir evde yalnız başına Erzurumlu (acaba Erzincanlı mıydı?) bir hanımağa yaşardı. Üst katta serin büyük bir oda ve duvarda nakışlı çok güzel bir kilim vardı, nedense zaman zaman bu evdeyim. Evin içinde sessiz ve soylu bir edayla gezinen bu yaşlı hanım bana şeker ikram ediyor, yedi sekiz yaşımdayım...

Kısa kısa aklıma gelen bazı enstantanelerden, biraz da aceleyle söz ettim. Unutmamak için hızlıca anımsamaya çalışıyorum.

20 Aralık 2006 Çarşamba

O bizim sevgili Tata'mız

Zeynep Kamil'de dünyaya gelen birçok Kadıköylü gibi göbek adım Kamil... Hasanpaşalı'yım... İstanbul'un bağı bostanı içinde büyüdüm. İstanbul için bağ bostan kavramları size yabancı geliyorsa biraz açıklama yapmalıyım.


Arnavut ve çiftçi bir aileden geliyorum. Sevgili babaannem, bizim Tata'mız, 100 küsurlu bir yaşta vefat ettiğinde bildiği Türkçe sözcük sayısı on beş-yirmiyi geçmiyordu. 30'lu yıllarda ailenin yerleştiği ve o zaman için dağın başı bir yer olan Uzunçayır'da (Bugünkü Fikirtepe'nin altında kalan ve Kurbağalıdere boyunca uzanan geniş arazi parçası, şu an otomobil tamirhaneleri ve suratsız yapılarla tıkış tıkıştır) Sultan -bilmem kaçıncı- Mahmut'un yazlığı olan yüksek tavanlı ama iki göz odalı taş bir binada dört oğlan çocuğunu yetiştirmiş, kocasının söküklerini dikmiş, yirmi dönümlük bostanda onlara yardımcı olmuştu.


Bir süre sonra eşini kaybedince, çocukları gençlik çağına erişmiş ama dirayetli bir kadın olarak dilini bilmediği bu yabancı diyarda ailesini birarada tutma başarısını göstermiş, dolayısıyla çocuklarının mürüvetlerini görebilmişti. Arnavut inadı diye bir şey varsa önce bu duyguyu babaannemde tattım. Dediği dedik bir kadındı ama bir o kadar da tatlıydı. Sarkık yanakları, koca gözleri, devrile devrile yürümesine rağmen belli bir yaşa kadar varlığını hissettirmeyi bilen insanlardandı.


Tata'mızdı o bizim... Ama tabii ki, hiç aklımıza gelmese de Türkiye'ye gelirken ona verilmiş bir adı vardı, Tata'mızın; adı Beyaz'dı.


Tata, Arnavutça, büyükanne, demek.


Son yıllarında artık ben ergenlik yaşlarındaydım ve onu her ziyarete gittiğimde saatlerce sessiz bir şekilde karşılıklı otururduk. O artık babamla benim, kardeşimle amca çocuklarının adlarını karıştırıyordu ama ne zaman biraraya gelirsek gelelim havada hemen sıcak bir titreşim olurdu. Genç bir adam olarak onun yanında geçirdiğim uzun ve sessiz saatlere rağmen bir an bile sıkıldığımı bilmiyorum.


Ölümü hepimizi çok etkiledi ve gerçek anlamda bizi bırakıp gitmemek için direndi. Bunu başka bir zaman ayrıntılarıyla anlatmak istiyorum.


"Balkan Harbi" sırasında Türkiye'ye göçen Arnavut aileler, önceye Ankara'ya yerleştirilmiş, daha sonra oraya pek ısınamadıkları için İstanbul'a göçmüşler. Kendi memleketlerinde bir dağın iki yamacında olup da birbiriyle tanışmayan aileler burada buluşup aralarında çocuk alıp vermişler. Dedemle büyükannemin evliliği de böyle olmuş. Balkan Harbi nedeniyle yapılan göçler acı vericidir ama ben büyükbabamı hiç tanımadığım için, babaannem de çok az Türkçe bildiğinden yaşananları ayrıntılarıyla öğrenememiştim. Çat pat Türkçesi ile deniz yoluyla kaçmaya çalışan birçok insanın kayıklardan atıldığını anlatırken bile içten içe o korkuları yaşadıklarını hissedebiliyordum. Daha sonra bu konuda çok fazla şey okudum ama şimdi burada tarihsel detaylara boğulmak / boğmak istemiyorum...


O zamanlar Uzunçayır, daha sonraki adıyla İncirlibostan, vakti zamanında Mustafa Kemal'in göçmenlere tarım yapmaları için tahsis ettiği arazilerin bulunduğu bakir bir bölge. Bugün Kadıköy Hasanpaşa'dan Ankara Asfaltı yönüne doğru yol aldıktan sonra E-5 ile buluştuğunuz mevkidir.


Ben kendi çocukluğumun en eski izlerini kazıdığımda o bölgede uygarlık adına, sadece, Ankara Asfaltı ile Kurbağalıdere arasında yer alan Devlet Malzeme Ofisi binasının varlığını anımsıyorum. Şimdilerde gümrük binası olarak kullanılıyor, sanırım. Hasanpaşa'dan başlayan bostanlar, bu yönde Göztepe'ye kadar uzanırdı ve neredeyse bu bostanların tamamı Arnavutlar'a aitti.


O Ankara Asfaltı ki, yani E-5, 70'lerin başında, kısa pantolonlu bizlerin, ağzımızda bir süpürge otu ile yol boyuna oturup, birkaç otobüs veya kamyonun geçmesini beklediğimiz görece ıssız bir yoldu. Otobüslerin modelini tahmin etmek bile bir eğlenceymiş demek.


Sadece mavi gökyüzü ve doğanın ağır yeşil kokusu, rüzgarın ve ağustos böceklerinin birer istisna olduğu derin sessizlik... Söğütlerin gölgelediği dere yolunun güzelliği... Belleğimdeki en eski ve beni mutlu eden görüntülerden söz etmek istedim. İnsan ne kadar olgunlaşırsa olgunlaşsın bu izlerin etkisi hiçbir zaman kaybolmuyor.

günaydın!

Bu bloğun ismine ilham kaynağı olan erguvan atlas, Orhan Veli'nin Ave Maria adlı şiirinden ama bu bir şiir bloğu değil.

İstanbul'da doğup yetişmiş birinin bu kente olan sevgisini, ilgisini ve iyi kötü anılarını yaşatmak için açtığı bir karalama defteri...

Bu nedenle fazla bir şey beklemeyin derim...

Yine de bir yerlerde, belki de erguvan gölgeli bildik sokaklarda buluşmamız mümkün, neden olmasın?..

---

Kent

'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim' dedin.
'Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz yargısıyla karşı karşıya
-bir ceset gibi- gömülü kalbim

Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün
boşuna bunca yılı tükettiğim ülkede'

Yeni bir ülke bulamazsın,
başka bir deniz bulamazsın
bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede koşacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir
bütün yeryüzünde'

~ Kavafis